Açıklamasız kalmış pek çok sorunu, Romanoloji ve Germanoloji’nin dilbilimi ve yer adları bilimi verilerini uygulamak yoluyla çözümlemeye boşuna boşuna uğraştıktan sonra, arkeologlar ve bu arada Ortaçağ uzmanları, gerek eski varsayımları altüst etme korkusuyla, gerekse yeterli Türkoloji bilgisinden yoksun oldukları için, kendi araştırmalarının mantıksal sonucu olan kesin çözümlerin eşiğinde durmuşlardır. Bu arada şunu da belirtmeden geçmeyelim ki, bu barbar terimi, Türkler tarafından da yabancılara «yabani, yabancı» olarak yakıştırılmıştır.
Buckle şöyle yazıyor :
«Roma İmparatorluğu parçalandığında, edebiyat, Hıristiyan din adamları sınıfının tekelindeydi; bu sınıf da ötedenberi görevinin araştırmaya sevketmek değil de, inancı zorla kabul ettirmek olduğuna inanagelmişti; bu yüzden tarih, yüzyıllar boyunca, topluma yararlı olmak yerine, körü körüne inanmaya yeni bir atılım vererek ve böylece insan aklının gelişmesini durdurarak, zararlı olmuştur.»
Pritchard, «Fizik Tarih» (Physical History) adlı yapıtında diyor ki:
«Hıristiyan papazlar Hıristiyanlığı kabul ettirdikleri tüm Avrupa halklarının tarihini karanlığa gömmüştür ve Galyalıların (Villemarqué), Britanya’daki Gallilerin, İrlandalıların, Anglosaksonların (Wright) Slav halklarının (Talvi) Finlilerin ve hatta İzlandalıların geleneklerini ya yoketmiş, ya da yozlaştırmışlardır.»
1850’de yayınlanmış olan, Periler Mitologyası «Fairy Mythology» adlı bir bilim eserinde Keightley manastır günlükçülerinin (kronikçilerinin) Fin geleneklerini nasıl bir yana bırakarak yerine Saxo ve Johannes Magnus’un uydurduklarını yeğlediğini gösteriyordu. Buckle şu sonuca varıyor :
«İşte böylece, Ortaçağ Avrupa tarihi, başka hiçbir dönemde örneğine rastlamadığımız bir yozlaşmışlık, bozulmuşluk derecesine ulaşmıştır. Açık söylemek gerekirse tarih yoktu ve bunun hiç de sakıncası görülmüyordu; ama ne yazık ki, gerçeğin yokluğuyla yetinmeyen papazlar, yalanlar uydurarak onun boşluğunu doldurmaya yeltenmişlerdir.»
Otto Rahn da, Engizisyonun, Roma dışındaki tüm tarih yazınını «iğrenç dinsizliklerin pis kaynağı» tanımıyla yokettiğini yazar.
H.G. Wells uygar dünyanın aydın kişilerinin bu duruma nasıl gocunduklarını şu satırlarla dile getiriyor:
«Romalı yazarları göklere çıkarma ve Hunlarla müttefiklerini körü körüne yoketme gereksinmesiyle yanan, inanılmaz acımasızlıkta insanlar olarak göstermek de bir Avrupa alışkanlığıdır. Ama şurasını unutmamalıyız ki, Romalıların tüm anlatıları, panik dönemlerinde kaleme alınmıştır ve üstelik Romalı, düşmanları sözkonusu olunca, bizim çağdaş propaganda uzmanlarına bile parmak ısırtacak bir ustalıkla, soğukkanlılık ve enerjiyle yalan söylemesini çok iyi biliyordu… Şu veya bu halkı sistematik acımasızlıkla suçladığında bu genellikle, kendisinin tasarladığı kıyımları ve yağmaları önceden haklı göstermek amacını güden bir hesap işiydi…»
«Hun halkları, Ari halklardan geriye kalanlarla hiç güçlük çekmeden birleşmişlerdir… ve, yendikleri ulusları kılıçtan geçirip yokedecek yerde onları orduya alıyorlar, onlarla evleniyorlardı.»
En basit bir sağduyu bile, nasıl olup da Antakya’lı Ammien Malcellin’in (330 – 400) Hunlar konusunda anlattığı tek yanlı ve gülünç şeylere inanılageldiğini açıklamaya yetmez; ki bu konuda anlatılanlar, Bizans’lı Priscus, Almanların Niebelungen Destanı ve Iskandinavların Eddas’ı tarafından çürütülmüşlerdir.
Toprağa çakılı serfler anlayışına bağlı tarihçiler uzun süre, yerleşmişin önsel (à priori) olarak göçebeye üstün olduğuna inandırmaya çalışmışlar ve Türk‘ün yarı göçebeliğinin, daha çok, bir iklim düzenine toplumsal uyarlama olduğunu gözönüne almak istememişlerdir.
Bugün bilindiği gibi Truvalılar, eski tarih anlayışında, öteden beri Asya’yı temsil etmişler, Aka’lar ise Avrupa’nın simgesi olmuşlardır. Oysa ki, tüm Ortaçağ boyunca hatta XIX’uncu yüzyıla varıncaya değin, Avrupa aristokrasisi ve soylu sınıfın kaynaklarının Aeneas’ın soyundan geldiği görüşü egemendi.
Roma’lıların kendilerini Truva kökeninden geliyor saymaları geleneği -ki bunu Sezar’lar da, Virgilius da benimsemişti – ise, Etrüsklerin, tartışmasız Asya kökenli oldukları inancının uzantısından başka bir şey değildi.
Öte yandan, Ortaçağ’ın kimi söylenceleri ki bunlardan Hiéronymus (Hiéronymus Scarpum eserinde) ve Gregori (Gregori Scarpum eserinde) de söz etmişlerdir, Truva’dan kaçan Truvalıları İskitlerle bir tutar ve onları birbirine benzer dönemlerde, Doğu Avrupa’nın Hunlardan önce de, sonra da, çeşitli adlar altında belirlenen Türkleri her zaman bulduğumuz yörelerine yerleştirirler. Bu yapıtlar, «Sycamber Francus ve Teucrus» adını taşıyan derleme, Guibert de Nogent’in (1108) «Historia que Dictur Gesta Dei per Francos» adlı yapıtı, Vincent de Bauvais’nin, Belçika’lı Jean Lemaire’in kronikleri ve Scipion Dupleix’in «Galyalıların Anıları» adlı yapıtı gibi kaynaklardır.
Gerçi biraz sakınarak kabullenmemiz gerekir ama, Tuna ile Adriyatik arasında kalan bölgede yaşayan Türk Hunlar üzerine elimizdeki ilk sözde bilimsel değer taşıyan bilgiler ta V’inci yüzyıldan kalmadır. Bize değin gelebilmiş anlatılar yığınını ayıklayarak çıkartabildiğimiz gerçekler şunlardır:
- a) Romalılar kendileri itiraf ediyorlar ki, Attila’dan çok önce, Dalmaçya’nın ve İstirya’nın kuzeyine yerleşmiş Hun paralı askerlerini orduya almışlardır. IV’üncü ve V’incı yüzyıl imparatorları içinde geniş oranla Hunların bulunduğu, barbar denilen ordularıyladır ki, kuzeylilerin istilâlarını olabildiğince geri püskürtmüşlerdir. Attila’nın girmesinden bir yüzyıl önce İtalya’da, Galya’da, hatta ta İspanya’ya değin, «Hun» federe halkları görülmüştür.
- b) Bugünkü Macaristan’ın ta merkezinde yerleşmiş bulunan Attila, önce Yunanistan’ı istilā ettiği gibi, Hırvatistan ve Slovenya yoluyla ve bugünkü Sırbistan topraklarından birkaç kez geçerek, İtalya’ya inmiştir (V’inci yüzyıl).
- c) Attila’nın oğulları, İllirya ve Dalmaçya’da Dinar sıradağlarında Avarların gelişine değin egemenliklerini sürdürmüşlerdir.
- d) Eddekun’un oğlu, Attila’nın soydaş bakanı, ve Turcilingarum (Türk dili anlamına) boyunun başkanı, Lombardiya ve İtalya’da hüküm sürmüş Odoakr kavminin başlangıçta yerleşmiş olduğu bugünkü Bosna ve Slovenya topraklarından geliyordu.
- e) Bosna-Hersek, Hırvatistan ve Slovenya, VI’ncı yüzyıldan IX’uncu yüzyıla değin Avar Krallıklarının azçok esnek sınırları içinde kalıyorlardı. 25 yıl kadar önce bulunmuş olan, en zengin Avar arkeolojik malzemesi de bu bölgede ele geçmiştir.
- f) Charlemagne’in vakanüvislerinden öğrendiğimize göre, bu «Frank» hükümdar o zamanlar Bay-Uvar veya Bay-Avar diye adlandırılan, bugünkü Bavyera topraklarından Avarları acımasızca kılıçtan geçirmiş ya da sürmüş. İşte o sıralarda, bu vakanüvislerin kimi zaman Hun, kimi zaman İskit veya Avar diye adlandırdıkları son Türk boyları, bir yandan Karpatlara sığınıp Szekeller adıyla yaşantılarını sürdürmüş, öte yandan da Jülyen veya Dinar Alplerine yani bugünkü İstirya, Hırvatistan, Slovenya özellikle de Bosna-Hersek topraklarına sığınmışlardır.
Bu Türk boyları, IX’uncu yüzyıla değin Avrupa’nın merkezinde Pannonya’da (Tuna ile İllirya arasında) tam bir bağımsızlıktan yararlanıyorlardı ve Frankların zorla Hıristiyanlaştırmasından, sürgüne göndermesinden ve kıyımından sözü edilen Karpatlara ve Jülyen ve Dinar Alplerine sığınarak kurtulmuş oluyorlardı.
Bosna’nın slavlaşmış Peçenekleri ve Türk-Kumanları Balkanlardan sürülen Hristiyanlaştırılmış Türk-Bulgar toplulukların da katılmasıyla, gene de Hiristiyanlığı benimsemiş Slavlardan yapısına ve karakterine azçok uygun düşen bir mezhep ayrılığıyla ayırdedilir. Türkler, vaftiz edilip Hıristiyan bile olsalar, gene de Bizans ve Roma’nın dinsel davranışları karşısında Slavlara oranla daha edilgen, pasiftirler.
Makedonya’da Bogomilcilik’in yayılması Türk-Kuman Voyvoda Tırnavolu Şişman’ın kendisini Batı Çarı ilan edip (963) tüm ülkeyi Vardar ırmağından Morava vadisine, varıncaya değin egemenliği altına alarak krallıktan ayrılmasıyla aynı zamana rastlar. İşte bu batı veya Vardar Bulgaristan’ında çoğunluk Bogomil’dir ve burası, Türk-Bulgarların, Konstantinopolis’e daha yakın olan Doğu Krallığı’nın tamamen Bizanslaşmış ve Slavlaşmış Bulgarlarına karşı ulusal duygusunun barınağı olacaktır. O dönemde Bizans dünyasının Hıristiyan Bulgarları hâlâ Slav değil de Türk saymakta direndiğinin kanıtı, Basileus Nikefor Fokas’ın şu sıradan sorusunda bulunmaktadır:
«Biz Romalılar ne derece alçalmışız, ne hallere düşmüşüz ki, acınası Slavlar gibi, bu İskitlere ve bu Bulgarlara haraç vermek zorunda kalıyoruz?»
İngiliz Arnold J. Toynbee, öte yandan aynı dönemde göçebeliğin yerleşmişlik karşısında bir bakıma üstünlük sayıldığını öne sürmüştür; çünkü hayvanların evcilleştirilmesi, insanın aklının ve iradesinin daha az uysal bir nesne üzerindeki zaferi anlamını taşıdığı için, bitkilerin iklime uydurulmasından çok daha üstün bir sanattır.
Örneğin Ortaçağ’da şu saçma düşünce pekâlâ itibar görüyordu :
«Muhammet kardinaldi ve papa olmadığı içindir ki inadına, dinden çıkmıştır»
(Gui Patin’in Mektupları 11I, s. 127). XV’inci yüzyılın Hıristiyan krallarının pek sözü dinlenen danışmanı, tarihçi ve vakanüvis Commynes’e göre, politika henüz dinbiliminin sadece basit bir dalıdır.
De Guignes ve Amédée Thierry Ortaçağ’ın din okullarında ders veren bilgisiz papazlarından ne geldiyse, hepsini harfi harfine kitaplarına almışlardır. Çeşitli mezheplerden papazların, ulusal bilinci yok etmek için kalkıştığı tüm entrikalara karşın ve onlara Macarlarla Valakların da yardımcı olmalarına karşın Sikuller gerek Türk egemenliğinin anılarını, gerekse geleneksel törelerini hemen hemen hiç bozulmamış haliyle koruyagelmişlerdir. Saint-George, Oderheiu ve Turgu-Muras kentlerinin armalarında bugün bile Türk simgeleri ve özellikle de ayyıldız bulunmaktadır.
Kaynak: DOĞU AVRUPA’NIN UYGARLIĞINA ve YERLEŞMESİNE TÜRKLERİN KATKILARI Reşit Saffet ATABINEN. İstanbul 1987. Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu